17 Nisan 2011 Pazar

SANAT YAPITLARININ TARİHSEL SÜRECİ

iKON

İkon veya ikona Yunanca “eikon”, (imge), Hıristiyan Ortodoks mezhebinde görülen İsa, Meryem veya azizlerin tahta üzerine mumlu ve yumurtalı boyalarla yapılan dinî içerikli resimleri. İkona, âyin düzeninin bütünleyici bir parçasını oluşturur. Dinsel sanatın ürünü değildir. Simgeciliğe dayanır ve tinsel bir din görüşünü yansıtan kutsal sanata bağlanır. Kilise, 8 ve 9. yüzyıllarda ikonkırıcılık bunalımında, ikonların anlamını belirlemek zorunda kaldı. Dinsel anlamı, 7. Konsil’de oluşturuldu. İkon ressamı kişisel görüşü yansıtan bir sanatçı değil, âyinleri yöneten papaz gibi, kilisenin görüşünü dile getiren bir aracı olmuştur. İkonun, Hıristiyanlığa ilişkin bir temeli vardır: İsa yalnızca Tanrı’nın sözü değil, aynı zamanda görüntüsüdür. Temel anlamıyla ikon, İsa’nın görüntüsünün insan eli değmeden cisimleşmiş halidir; annesinin ve azizlerin görüntüsü de tanrılaşmış bedene kavuşur. Tanrısal lütuf, ikonda kutsanmış olarak yer alır. Görüntüye gösterilen saygı Tanrı’ya yöneliktir. İkonlar ilk kez Yunan-Roma Antikçağı’nda mezar taşı portrelerinde kullanıldı. Ağaç üzerine tutkal boya ya da mum cila ile resmedildi. Bu görüntüler daha sonra Hıristiyanlığın başlangıcında çok tutundu. Büyük Constantius’un başkentin ilk üç piskoposunun portrelerini Forum’da kızıl somaki bir sütuna bağlattığı bilinir. İsa’nın ve Meryem’in ya da bir azizin herhangi bir ikonu, Hıristiyanlarca Tanrı katında bir aracı olarak kabul ediliyordu. 8. yüzyılın başında 3. Leon, ikonkırıcılık hareketini başlattı ve görüntüye tapılmasını yasakladı. Kullanımın yeniden başlaması ile ikon, âyin düzeninin bir parçasını oluşturdu ve ikonostasın üzerinde yer aldı. İkonkırıcılık döneminde yapılan tahribata karşın bu olaydan önce yapılmış birkaç ikon, özellikle Sina’da bir manastırın eşsiz koleksiyonu bugünlere kadar gelebildi. Bu koleksiyonun en ünlü parçalarından biri, yapılış tarzıyla Antikçağ’ın gerçek portrelerini andıran Petrus’un ikonudur. Bizans’ta bezeme sanatı olarak ortaya çıkmıştı ve ikonlarda genellikle İncil’den betimlemeler işlenirdi. İsa, ikonagrafide azizlik anlamındaki halesindeki baba-oğul-kutsal ruh harflerinin baş harflerinin yazılı olduğu haç işaretiyle diğer ikonlardan ayrılır. Bizans İmparatorluğu döneminde gelişen Hıristiyan resim sanatında belirlenen bir program çerçevesinde uygulanmaya başlanan ikona sanatının en önemli üretim merkezi olan İstanbul, fetihten sonra ikona üretimine bir süre ara vermiştir. Fetihten sonra İstanbul’da bulunan Rum azınlıklarının dini vecibelerini yerine getirmeleri amacıyla dini yapıların varlığını sürdürmesi ve on dokuzuncu yüzyılda Tanzimat ile Islahat Fermanlarıyla İstanbul’da yoğun bir kilise inşa girişimi ikonaların bu dinsel yapılarda devamlılıklarını sürdürdükleri gerçeğini kanıtlar. Bu çalışmanın temel amacı, sanat tarihçileri tarafından irdelenmeyen fetih sonrası İstanbul’daki ikona sanatının durumu, özellikle on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda başlayan kilise inşaatına paralel olarak ikona üretiminin yeniden canlanmaya başlaması ve ikona ressamlarının varlığının belirlenmesidir. İkonalar üzerinde yer alan imzalar ikonografların kimlik tespitini sağlamakla birlikte, önemli bir sayıda ikona üretimini gündeme getirmektedir.

MOZAİK
Mozaik kelimesi, bu makalede, plastik sanatlarda kullanılan anlamıyla ele alınmıştır. Küçük, birbirinden farklı, üç boyutlu parçaları bir yüzey üzerinde yan yana getirerek resim oluşturma tekniğine ve ortaya çıkan esere mozaik denir. İlk olarak Sümerler tarafından ev duvarlarına batırdıkları çömlek parçalarıyla yaratılan bu tekniğin günümüzde iki biçimi uygulanmaktadır:
• Genelde çimentodan oluşan zemin malzeme üzerine parçacıkları batırmak.
• Tutkalla yapıştırılmış parçaların aralarına sıva döşemek.
Parçacık olarak ise seramikten metale, ahşaptan cama kadar çok çeşitte, şekilde ve büyüklükte malzeme bir arada kullanılabilmektedir. Mimari dekorasyon bağlamında mozaik ilk defa Sümerler tarafından M.Ö. 3.binden itibaren uygulanmıştır. Bugünkü Irak sınırları içersinde yer alan Antik Uruk kentinin bina duvarlarında külâh şeklinde kurutulmuş çamurların duvarlara gömülmesiyle oluşmuştur. Diğer antik mozaik örnekleri ise Mısır’dadır. Tapınakların ve mezarların farklı renklerde taş tabletlerle kaplandığı görülmektedir. M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren mozaik doğal çakıl taşına olan bağımlılığından kurtulmuş kesme ve kırma tekniklerinin gelişmesi ile mozaik renk, desen ve malzeme açısından çeşitlenmiştir. Bu dönemde mozaiğin yuvarlak ve derin kaplar üzerinde de uygulanması mümkün olmuştur. Kesik taşlarla yapılan önemli mozaik örnekleri Assos ve Olimpia’dadır. İkinci yüzyıldan itibaren mozaik, İtalya’da bir moda şeklinde karşımıza çıkıyor. Mozaik denince akla Roma İmparatorluğu zamanında yaratılan eserler gelir. Daha çok şehir kaldırımlarında, meydanlarda, ev avlularında kullanılan, sırlı seramikten yapılmış bu mozaiklerin parçaları birkaç milimetre kadar küçük olabilmektedir. Gaziantep Arkeoloji Müzesi’nde bulunan ve Zeugma Antik Şehri’ndeki villalardan çıkarılan mozaikler bu dönem eserlerinin en güzel örnekleri arasındadır. Popüler desen; yunus, denizde yaşam ve su ile ilgili mitolojik öyküler ve bunların yanı sıra spor, avcılık gibi konularda evleri, hamamları, dükkânları süslüyor. Bu dönemde yer mozaiği âdeta halı, kilim gibi kullanılıyor. Siyah-beyaz renkler, kırık çakıl taşları ile elde ediliyor. Dekorasyonda mozaik kullanımı Roma İmparatorluğu ile tüm Akdeniz’e, Kuzey Afrika’ya ve Avrupa’ya yayılmıştır. Roma İmparatorluğu’nun en usta mozaikçileri geleneksel Roma stilini yerel renk ve desenlerle birleştirmeyi başarmış, sembol ve desenler çok zenginleşmiştir. Çok tanrılı dönemden Hıristiyanlığa geçişle birlikte antik döneme ait pek çok desen ve sembol yeni anlamlar yüklenerek kiliselerde kullanılmaya başlanmıştır. Mozaik bu dönemde de yerini ve vazgeçilmezliğini korumuş, yer mozaikleri duvar mozaiklerine dönüşmeye başlamıştır. Bizans İmparatorluğu mozaiğe çok büyük önem vermiştir. En zengin ve gösterişli mozaikler Bizans dönemine aittir. Duvar mozaiğinin yaygın kullanımı, renkli camın, altının, gümüşün mozaik içerisinde yer alması bu dönemin tipik özellikleridir. Doğu Bizans İmparatorluğu’na Başkent olan İstanbul’da mozaik okulları açılmış mozaikçiler vergiden muaf tutulmuştur. Ayasofya bu dönemin en önemli mozaiklerini içersinde bulunduran tarihi bir anıttır. Batı Bizans’ın son dönemlerinde başkent olan İtalya’daki Ravenna kenti, eşsiz mozaik eserleri ile ünlü çok özel bir kenttir. Mozaik antik yöntemlerle ve Venedik’te üretilen özel camlarla hâlâ eskiye sadık kalınarak uygulanmaktadır. Duvar ve tavan mozaikleri konusunda uzmanlaşan Bizanslılar ise parçacık olarak İtalya’da üretilen ve kalın, renkli camdan oluşan “smalti” denen plakalar kullanmakla ünlüdürler. Bu dönemde, camlar, ışığı daha iyi yönlendirebilmek için farklı açılarda ve sıvasız olarak yerleştirildi. Bazı desenlerde, camların arkasına gümüş ya da altın yapraklar yapıştırıldı. Daha çok dini görüntüler betimleyen Roma mozaiklerinin aksine Bizanslılar, aristokrasinin de mozaiklerini yarattılar. İslâm kültürü ise mozaik desenlerine getirdiği matematiksel zenginlikle ünlüdür. Yer yer cam küpler ve taşlar kullanılmış olsa da, İslâmi eserlerde genelde, desen için özellikle üretilmiş, daha sonra, kenarları elde zımparalanarak boşluksuz yan yana oturacak şekle sokulmuş çini plakalar kullanılmıştır (zillij). Antoni Gaudi, Guell Parkı’ndaki koltukları mozaikle kaplayarak tekniğe yeni bir uygulama kanalı açmıştır. Bu mozaikler, farklı amaçlarla yaratılmış seramik ürünlerin yeniden düzenlenmesiyle meydana geldikleri için kolaj tekniğinin ilk örneği olarak da gösterilebilir. Gaudi’nin uyguladığı seramik kaplama tekniğinin özgün adı “trencadis”tir ve Katalanca bir sözcüktür. Kullanılmayacağı, bir işe yaramayacağı varsayılan seramik ve cam parçalarıyla bir binanın giydirilmesidir. Aralarında Chagall ve Picasso’nun bulunduğu birçok modern sanatçı da eserlerini mozaik şeklinde ortaya koymuş, mozaik eserlerin konularına zenginlik katmışlardır. Günümüzde mozaikler mobilya dekorasyonundan yer kaplamalarına, bina kaplamalarından oda bölmelerine kadar birçok farklı yerde kullanılmaktadır. Konular soyut kavramlardan hiperrealist portrelere kadar çeşitlilik kazanmıştır. Temelleri Antik Yunan ve Roma’nın muhteşem dekorasyon sanatına dayanan mozaik sanatı, günümüzde herkes tarafından kolayca uygulanabilir bir hal almıştır. Günümüzde mozaik taşları genellikle özel bir bıçak yardımıyla kesilen renkli camlardan elde ediliyor Mozaik taşının bir tarafı düz, diğer tarafı ise yüzeye iyi yapışabilmesi için dokulu hazırlanır. 20. yüzyılda mozaik modern sanatlarda mimari ile birlikte yeniden gündeme gelmiştir. Uzun bir süre ikincil bir sanat dalı olarak görülen mozaik, artık hak ettiği yeri almaya başlamıştır. İspanyol sanatçısı ve mimar Antonio Gaudi tarafından Barselona’da, Diego Rivera tarafından Meksika’da yorumlanmıştır. Ülkemizde de Bedri Rahmi Eyüboğlu, Jale Yılmabaşar bu alanda çeşitli ürünler vererek sonraki kuşaklara örnek olmuşlardır.
VİTRAY
Vitray kelimesi hem renkli camların birleşmesiyle oluşturulan yapıyı hem de bunu yapma sanatını ifade etmek için kullanılır. Vitray genel olarak renkli cam parçaların kurşun dolgu malzemesiyle birleştirilerek lehimlenmesiyle yapılsa da; tasarımı zenginleştirmek için boyanmış camlar ve pirinç renkli birleştirme malzemesi de kullanılabilir. Vitray sanatı, hem görsel yönüyle sanatsal bir beceri ve yaratıcılık gerektirmekte, hem de bu dekoratif parçaların geniş yüzeylerde sağlam bir şekilde durabilmesini sağlayan iyi mühendislik hesaplamalarına ihtiyaç duymaktadır. Camın tarihi çok eski devirlere uzanır. Arkeologların yaptıkları kazılarda Neolitik çağlara ait cam veya cama benzer maddelerden yapılmış süs eşyaları bulunmuştur. Fakat camın ilk önce nerede ve kimler tarafından yapıldığı ortaya konulamamıştır. I. yüzyılda Pliny’nin hikâyesine göre camın Fenikeli tacirler tarafından bulunduğu söylenmektedir. Suriye’deki Caraielus Tepeleri arasında, bataklık bir bölge vardır. O zamanlar Belus Nehri bu bataklıktan başlayarak Ptolemars eyaletine yakın bir yerde denize dökülür.Tacirler Belus kıyılarına taşıdıkları nötron (soda karbonatı) yükleriyle kamp kurarlar ve kamp ateşinin üzerine koydukları yemek kaplarını nötron bloklarla ateşin üstünde tutarlar. Ertesi gün uyandıklarında çok şaşırırlar. Ateş nötron ve kumu eriterek o ana kadar görmedikleri camı oluşturmuştur. Bununla birlikte bulunan en eski cam parçaları bu buluştan birkaç yüzyıl öncesine aittir. Mısırlıların üfleyerek cam eşyaları bulma yönteminden sonra gelişmiş ve yayılmıştır. Üzerinde tarihi yazılı en eski cam M.Ö 1551-1527 yıllarında yaşayan Firavun Amen Hatep’e ait bir boncuktur. Bu da Mısırlıların teknik yönden ne kadar ileri olduklarına işaret etmektedir. Arkeologların yaptıkları kazılarda sığınmak amacıyla kullanılan yapılara rastlanmıştır. Bu sığınaklarda ışığı ve havayı alabilmek için delikler açmışlar ve günlük ve mevsimlik hava değişimleri yüzünden tamamen yada kısmen bu delikleri çeşitli gereçlerle örtmeye çalıştıkları görülmüş, bunun içinde taş, alçı, ahşap ve madenden parmaklık ve kafesler, yine ahşap, maden, deri, kumaş vb. malzemelerden kapak ve panjurlar yapmışlar böylelikle yağmur, kar, rüzgâr, toz, duman, sıcak, soğuk, hayvan ve böceklerden korunmuşlardır. İlerleyen zamanla birlikte estetik duygusuna sahip kişiler çeşitli geometrik şekiller kullanarak, değişik örneklerle, motiflerle, materyallerini geliştirerek düzenlemeye başlamışlardır. Saray ve köşklerde değerli ve aynı zamanda ışık geçiren taşlar kullanılmıştır (elmas, zümrüt, vb.). Böylece vitray ortaya çıkıp, ilkel ve öncül örnekler de doğmuş oldu. 1260 yıllarında yeni bir dönem başladı. Bu tarihte vitray çok canlı, ancak ışığı daha az geçiren renklerden yapılıyordu. Osmanlı Devleti de yapılarında cam süsleme sanatını kullanmıştır. Cami, konak, saray, türbelerde vs. rastlamak mümkündür. Özellikle bu yapıların tepelerinde görülen camlarda birleştirici madde olarak alçı kullanılmıştır. Topkapı Sarayı, Şehzade Türbesi, Süleymaniye Camii, Yeni Cami bunlara örnek olarak gösterilebilir. Anadolu uygarlıklarından elde edilen cam işçiliğinin en seçkin örnekleri günümüzde “cam”ın tarihi gelişimi konusuna ışık tutmaktadır. Çeşitli model ve formlarda vitray, Selçuklular döneminde geliştirilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde İstanbul’un fethiyle camcılığın merkezi bu kent olmuştur. “Çeşm-i bülbül”, “Beykoz İşi” bu dönemden günümüze ulaşabilen tekniklerden bazılarıdır. Anadolu’da camın ilk kez gözboncuğu olarak üretimi İzmir’in Görece köyündeki ustalar tarafından gerçekleştirilmiştir. Anadolu’nun her tarafında temelinde nazar inancı olan cam boncukları görmek mümkündür. Nazarlık yoluyla canlı veya nesneye yönelen bakışların dikkatinin başka bir nesneye yöneleceğine inanılır. Bu nedenle nazar boncuğundan yapılan nazarlıklar canlının veya nesnenin görünen bir yerine takılır... Işığın camın renklerine anlam katılarak yansıyan ışıldamaları, vitrayın bize tattırdığı unutulmaz bir sunumdur. Bu sadece cami ve kiliseler ile tarihi mekânlarda karşımıza çıkan bir sanat formu olarak sınırlama değildir. Vitray gördüğümüz her yerdeki camda, mücevherde ve dekorasyondadır. Bir küpeden tutun da; kapı, pencere, lambalar, mumluklar vs. çeşitliliği ile geniş bir alan oluşturur. Bunlar kurşunlu vitray, tiffany, kumlama, asit, fizyon ve diğer çeşitli teknik uygulamalar ile karşımıza çıkarlar. Genellikle vitray sanatçıları kişisel isteklere cevap vermek için çalışmalarını yaparlar. Bu onların, müşterilerinin ya da beraber çalıştıkları firmaların beklentilerini tasarlamak ve karşılıklı görüşmelerle olgunlaştırarak sonuca gitmek asıl çalışma yöntemidir. Çalışmalarını uygularken vitray sanatçısının zamanı standart çalışma akışının dışındadır. Atölyesinde çalışmaya başladığında zaman sınırlaması durmuştur. İçsel bir özveriyle ve sınırsız bir sabırla tasarımını hayata geçirmek hedefidir. Vitrayın diğer sanat dallarından farkı, genel mekânlar dışında kişilerin özel mekânları için de tasarlanabilinir olmasıdır. Bir tasarıma başlarken talepte bulunan kişinin içselliği, yaşam biçimi ve mekândaki uygulama alanının ışık ve konumu dikkate alınarak projeyi hazırlamak önemli başlangıçtır. Proje uygulanırken işçiliğin detayları ve malzemeler seçildikten sonra çalışma sabırla gerçekleşir. Çıkan sonuç yerini bulduğunda çalışmanın sahibi ile yaşanan mutluluk güzel bir anıdır.

BATİK
Kumaş ya da bez üzerine bir tür resim yapma tekniğidir. Herhangi bir düz kumaş üzerine deseni oluşturmak suretiyle boyama işlemine tabi tutularak oluşturulan kumaşlara “Batik Dokumalar” diyoruz. İhtişamlı, lüks elbiseler konu edildiğinde batik elbise akla gelir. Elbise gibi, masa örtüleri, yastık yüzü, duvar örtüleri, şal, eşarp, çocuk giysilerinin de yapıldığı “batik dokumalar” günümüzde bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. Batik tekniği, özellikle son yıllarda dünyada ve ülkemizde çok aranan ve geçerli bir sanat dalıdır. Başlangıçta bu sanat sadece giysilerde kullanılırken, yaygınlaştıkça bu teknik, kumaşların kullanıldığı her alanda uygulanmaya başlamıştır. Batik, çıkış yeri Endonezya olan, yüzyıllar kadar eski bir tekniktir. İlk kez 16. yüzyılda seyahate çıkanlar tarafından, sanat değeri yüksek, batik örtülerin yapıldığı meydana çıkmıştır. 19. yüzyıldan itibaren de batik tekniği Avrupa el sanatlarına girmiştir. Batik desenlerinde, doğanın çiçekleri, renkli kelebekler, cennet kuşları stilize edilerek motif olarak kullanılmaktadır. Jawa’da batik elbiseler için genellikle pamuklu kumaşlar, Avrupa’da ise çok ince dokunan pamuklu kumaşlar tercih edilmektedir. Celebes Adası’nda balmumu kumaşa bambu kamışlarıyla sürülürdü. 18. yy. ortalarına gelindiğinde Jawa’da çok daha ayrıntılı desenler elde edilmesini sağlayan kulplu ve dar ağızlı küçük bakır eritme kabı (batik cezvesi) kullanılmaya başlandı. Bir başka Jawa yeniliği ise 19. yüzyılda geliştirilen ahşap uygulama balmumu kalıbıdır. Hollandalılar hem kumaşı hem bu tekniği Avrupa’ya getirdiler. Günümüzde Jawa desenleri elde etmek için balmumu uygulamada kullanılan makineler aynen elde yapılan uygulamalardaki balmumu çatlaklarından sızan boya lekeleri gibi etki vermektedir. Günümüzde bir benzerinin yapımı aynen mümkün olmadığından gerek giysi ve gerekse dekoratif yapılan batikler ağırlığını sürdürmektedir. Batik uygulamaları: 1) Mumlu Batik, a- Kazıma Batik, b- Kalıpla Batik, 2) Bağlama Batik (Tahta Batik), 3) Linalyum Batik, 4) Şablon Batik, 5) Kâğıt Batik, 6) Akıtma Batik. Batik boyası, ısıya dayanıklı, yıkanabilir ve parlak renkli boyalardan olmalıdır. Boyalar birbirine karıştırılarak istenen tonda değişik renkler elde edilebilir. Batik çalışmalarında beyaz kumaşın üzerine desene göre kalemle desenler çizilir. Renkli olması istenmeyen yerler balmumuyla kapatılır. Kumaş, boya banyosunda renklendirilir. Desende tercih edilen renkler elde edilinceye kadar bir kaç defa mumlanarak renklendirilir. Çalışma sırasında mumda yer yer kırılmalar olur ve bunlara biraz renk karışır. Bu, batik çalışmalarının karakteristik özelliğidir. Kumaş seçiminde kumaşın cinsi, batiğin kullanılacağı yere göre değişir. Dekoratif eşyaların yapımında, her türlü kumaşla çalışılır. Çalışmalarda doğal ipek de değerlendirilebilir. Atkılar, şallar, başörtüleri doğal ipekten yapılabilir. Her türlü desenle batik çalışmaları yapılabilir. Zıt renklerle yapılan çalışmalarda özel işlemler gerekir. Çalışmalarda birbirini tamamlayan renkler de tercih edilir. Örneğin beyaz, sarı, kahverengi, kırmızı, bordo, siyah gibi.
Kullanılan araç ve gereçler:
Balmumu, parafin, kasnak, batik cezvesi, kumaş, kumaşboyaları, fırçalar, raptiye, eldiven, kalem, kumaştan mumu almak için gazete veya hamur kâğıt, gaz veya benzin.

KOLAJ
Düz bir yüzey üzerine fotoğraf, gazete kâğıdı ve benzeri nesnelerin yapıştırılmasıyla ve bazen boya ile de karıştırılarak uygulanan bir resimleme tekniğidir. Resim alanından gelme bu terim, hazır ünitelerin bir araya getirilmesiyle oluşan kompozisyondur. Kâğıt üzerine yapılan fıkra veya benzeri şeylerin fotoğrafların üzerlerine farklı malzemeler ile yapıştırma sanatıdır. Kolaj, eski fotoğrafların saklanmasında da büyük rol oynar. Eğlence amaçlı uygulanması çok eskilere gitmesine rağmen ancak 20. yüzyılda kübistlerin kullanımının etkisiyle bir sanat tekniği olarak kabul görmüştür. Daha sonra bu tekniği kendi fikirlerine uygun bulan fütüristler, dadaistler ve sürrealistler (gerçeküstücüler) de kullanmıştır. Sanat yapma kaygısı taşıyan veya kendi yaklaşımları doğrultusunda içeriğine anlam katmaya / mesaj yüklemeye çalışarak fotoğraf yapmaya çalışan fotoğrafçıların (özellikle de amatörlerin) sıkça başvurdukları oldukça etkili yöntemlerden biridir kolaj. Birbirleriyle ilişkisiz gibi görünen, hatta aykırı gibi duran bazı formları bir araya getirip beklenmedik bir espri içine sokarak izleyiciyi şaşırtmak, birbirleriyle iletişim içinde olabilecekken dahi fiziki veya sosyal koşulların engellediği olağan birliktelikleri sağlayabilmek veya birtakım olağan dışılıkları sunabilmek için kolaj yöntemi fotoğrafçılara geniş olanaklar sağlamaktadır. Kolaj yaparken, yapılanın kolaj olduğu anlaşılsın istendiğinde, teknik olarak çok özel veya özenli bir çabaya gerek kalmayabilir. Eğer iki ayrı fotoğraftaki (üç, dört veya daha fazla da olabilir ) görüntü kesilip bir araya taşınarak (bunlardan biri fotoğraf iken, diğeri resim, gazete kupürü veya basılı herhangi bir görüntü olabilir, hatta doğrudan somut bir nesne bile sunum sırasında kullanılabilir) üst üste - yan yana, birbirlerine yapıştırılarak doğrudan sunuluyorsa, burada çok özel bir çaba, teknik olarak gerekli değildir. Bununla birlikte, bir araya getirilecek materyallerin seçimi konusunda elbette ki özel bir çabanın varlığı hissettirilmelidir. Kolajı yapılan fotoğrafların (ya da diğer nesnelerin) doğrudan sunumu düşünülmüyor ise, yani yapılan birleştirmenin bir reprodüksiyonu alınmak suretiyle tek negatifte veya pozitifte nihai durumu saptanarak, buradan yeni ve tek bir görüntü sunulmak isteniyorsa, teknik olarak özen gösterilmesi gereken en önemli aşama reprodüksiyon aşamasıdır, Reprodüksiyon alınırken (eğer yapay ışık kullanılmıyorsa) çekimi yapılan kolajlanmış materyallere objektifin paralel tutulması, netlemeye dikkat edilmesi ve ışığın homojen olması önem kazanmaktadır. Siyah-beyaz fotoğraflar kendi aralarında kolajlanabilir, siyah-beyaz fotoğraflarla renkli fotoğraflar kolajlanabilir. Renkli fotoğraflar kendi aralarında kolajlanabilir. Ya da fotoğraf dışı materyaller fotoğraflarla kolajlanabilir. Siyah-beyaz fotoğrafların kendi aralarında kolajlanmaları ve kolaj yapıldıktan sonra elde edilen yeni fotoğrafların kolaj olduğunun anlaşılmaması yahut kolaj izlenimi vermemesi istendiğinde; yoğun emek, dikkat ve özen gereklidir. Bunun ilk aşaması; kuşku yok ki her fotoğrafın tasarlanması, kurgulanması aşamasıdır. Hatta eskizlerinin yapılması, buna dair notların tutulması, çekimlerin yapılacağı koşulların düşünülmesi ve diğer ayrıntıların belirlenmesidir. Kolajlanacak fotoğrafların çekimlerinde ince gren (düşük hızlı filmler) kullanmaktan kaçınmak gerekir. 400 asa veya daha yüksek hızda iri grenli filmler kullanılmalıdır. Çekimler aynı veya benzer ışık koşullarında gerçekleştirilmelidir. Kapalı homojen gün ışığı koşulları özellikle amatörler için en elverişli ışık koşullarıdır. Kullanılan objektif aynı olmalıdır. Bir fotoğrafta 24 mm. geniş açı bir objektif kullanırken, diğerinde 50 mm. normal bir objektif kullanılmamalıdır. Her ikisinde de 24 mm. veya 50 mm. objektif kullanılmalıdır. Bu tarz çalışmalarda 50 mm. normal bir objektif kullanılması isabetli bir seçim olacaktır. Aksi halde ortaya çıkan nihai fotoğraf bunun bir kolaj çalışması olduğu konusunda ipuçları verecektir. Böyle olması özellikle istenebilir veya bir tercih nedeni olabilir elbette. Ancak yapılan fotoğrafın kolaj olduğu izlenimini ortadan kaldırmak için de objektif seçimine dikkat edilmesi çok önemlidir. Çekimler sırasında dikkat edilecek en önemli hususlardan biri de, ayrı ayrı çekimleri yapılacak ve kolajlanacak olan nesne, mekân veya alanların hep aynı düzlemden çekilmesidir. Biri göz düzleminden çekilirken, diğeri aşağıdan yukarı doğru veya yukarıdan aşağı doğru çekilmemelidir. Çekimler sırasında kısık diyafram kullanılmaya özen gösterilmelidir. Yüksek hızlı ve iri grenli filmler kullanılarak çekilen ve kolaj gerçekleştirildikten sonra yeniden yüksek hızlı bir filmle reprodüksiyonu alınacak olan bu fotoğraflarda belirgin bir şekilde görüntü kayıpları oluşacağından, net alan derinliği yeterli olmayan fotoğraflarda görüntü berraklığındaki kayıplar istenmeyen boyutlara ulaşabilir. Çekimleriniz sırasında; aynı düzlemde çekim, iri grenli film kullanımı, aynı objektifin kullanılması, homojen ışık koşullarından yararlanılması, kısık diyafram kullanılması gibi koşulları unutmamalısınız. Kolajlanacak fotoğrafların baskılarında, öncelikle tonlamaların eşit olmasına özen gösterilmelidir. Biri koyu bir baskı, diğeri açık bir baskı olursa fotoğrafta kolaj izlenimi kolayca belirebilir. O nedenle baskıların tonlarının birbirine çok yakın olması şarttır. Baskının mat kartlara yapılması gerekir. Kullanılacak kartın minimum 3 numara bir kart olması, 4 -5 numara kartların tercih edilmesi daha doğru olacaktır. Baskılar da birbirine uygun tonlarda ve uygun büyüklüklerde yapıldıktan sonra kesip yapıştırma işlemine geçilecektir. Kesilip yapıştırılacak olan fotoğrafın kesilmesinde bir bistürüden yararlanılabilir. Kesilen kenarlarda iz bırakılmayacak şekilde kesilmeli ve kesme işi tamamlandıktan sonra kesilen bu bölüm tabanından ayrılmalıdır. (fotoğraf kartını kenarlarından tırnak ucuyla yokladığınızda kolayca alt katmanından ayrılabildiğini göreceksiniz). Tabanından da düzgün bir şekilde ayrılan fotoğraf, Japon yapıştırıcı gibi güçlü bir yapıştırıcı ile diğer fotoğrafa yapıştırılacaktır. Yapıştırılan yüzeyin pürüzsüz olmasına dikkat edilmeli, katlanma-kırılma olmamasına özen gösterilmelidir. Yapıştırma işlemi gerçekleştirildikten sonra, yapıştırılan fotoğrafın kenarları gereğinde rötuşlaşmak suretiyle (siyah çini mürekkep sulandırılarak istenen tonlara alınabilir ve ince bir fırça kullanılarak rötuş yapılabilir veya bu amaçla üretilmiş olan Tombo ve diğer markalardaki rötüş kalemlerinden yararlanılabilir) iki fotoğraf arasında belirgin bir iz -çizgi veya ton farkı bırakılmamalıdır. Hatla bu kalemlerle veya fırça ile fotoğrafa kendi çizgilerinizle yeni eklemeler yapabilirsiniz. Bir başka figür oluşturabilir, diğer bir nesneyi çizebilirsiniz. İri grenli filmler ve sert kartlar yardımıyla bu çizimler fotoğrafın içindeki doğal nesnelermiş gibi görüneceklerdir. Son aşamada, yapılan kolaj çalışmasının reprodüksiyonu alınacaktır. Bu aşamada kullanılacak film minimum 400 asa olmalıdır. 800 asa veya 1600 asa gibi yüksek hızlı filmler de kullanılabilir. Amaç çıkacak yeni görüntünün bir kolaj uygulaması olduğunun anlaşılmamasıdır. İri grenli filmler baskı sırasında bu amacın gerçekleştirilmesini önemli ölçüde kolaylaştırmaktadır. Reprodüksiyonun, homojen ışık koşullarında ve fotoğraf makinesinin objektifi fotoğrafa tam paralel tutulmak suretiyle gerçekleştirilmesi gerekir. Fotoğrafın net çekilmesine özen gösterilmelidir. Çekim işlemi gerçekleştirildikten sonra, film banyosu yapılacaktır. Yeni negatif, baskıya hazır hale gelince, filmin iri grenli yapısından maksimum yararlanabilmek için minimum 30 x 40 boyutunda baskı yapılmalıdır. Baskıda kullanılacak kart, mat kart olmalı ve 4 -5 numara kartlar tercih edilmelidir. Sert kart seçilmesinin nedeni de yüksek hızlı filmlerin kullanılmasında olduğu gibi, kolaj izlenimini tamamen ortadan kaldırmak içindir.

FRESK

Islak kireç sıva üstüne, ezildikten sonra su ya da su ve kireç bileşimi bir bağlayıcı ile karıştırılan pigmentlerle yapılan resim. Yüzey kurudukça kireç, pigmentin sıvaya yapışmasını sağlar. Bu usulde boyalar sıvanın içine geçerek kalınca bir renkli sıva tabakası oluşturduğundan resim çok sağlam olur. Eski zamanlarda binaların duvarlarına hep bu yolla suluboya resimler yapılarak tezyin edilirdi. Gayet basit görünen bu usulde resim yapmak epeyce güç bir iştir. Resmi çok dikkatle ve kararlı yapmak gerekir. Üzerine resim yapılacak duvar ister taş, ister tuğladan olsun önemi yoktur. Fakat resmin uzun zaman dayanabilmesi için üzerine resim yapılacak sıva tabakası iyi hazırlanmalıdır. Duvarın harcından ve sıvasında rutubet ve güherçile olmamalıdır. Üzerindeki sıva alçılı olursa renkler bozulur. Bu sıvanın mutlaka iyi yıkanmış dere kumu ve sönmüş kireçten ibaret olması lazımdır. Resim yapılacak duvar evvela ıslatılır ve kalınca harç tabakasından bir astar çekilir. Bu astar iyice kuruyunca ikinci bir astar harç vurulur. Boyalar bu ikinci harç tabakası daha yaşken sürülür. Bunun için ressam bir günde ne kadar yer işleyebilecekse duvarı o kadar kısımlara ayırarak yalnız her gün işleyebileceği kadar yeri astarlamakla yetinir. Fresklerin uygulandığı yüzeyler, uygulama teknikleri ve kullanılan boyalar diğer resimlere göre oldukça farklıdır. Doğal malzemeler zamanla oldukça kötü bir yıpranma ve bozulma sürecine girer, hatta çürürler. Onarım yapılmazsa yok olma riskiyle karşı karşıya kalırlar. Fresk çıplak duvar yüzeyine uygulandığı için, duvarın maruz kaldığı her türlü kötü şartlardan etkilenirler. Freske en fazla zararı rutubet verir. Bu durumda kabarma ve dökülmeler görülür. Ayrıca freskler yer altında veya mahzenlerde bulunuyorsa, karanlık ortamdan etkilenerek bozulabilirler. Özellikle vandalizm başlıca bozulma sebebidir. Hatalı sergileme ve hatalı korumalar da bozulmaya neden olmaktadır. Eseri bulunduğu ortamdan başka bir ortama taşımak hatalı koruma örneğidir. Diğer bir bozulma sebebi de hatalı onarımlardır. Ne yazık ki sıkça rastlan bu tür bozulmalar bütün tarihi eserler için geçerlidir. İşin uzmanı olmayan kişilerce yapılan onarımların esere yarardan çok zarar vereceği bir gerçektir. Fresk, kireç suyunda eritilen madensel boyalarla taze sıva üstüne resim yapma yöntemi ve bu yöntemden yararlanılarak yapılan duvar resmidir. Kökeni Tarihöncesi’ne kadar uzanan fresk sanatı (sözgelimi, Fransa’daki Lascaux mağarası) çağlar boyunca geniş ve çıplak duvarlar ile kemerlerin yüzeylerini süslemede kullanılmıştır. Mısırlılar (Medinet Abu mezar tapınağının freskleri) gibi Giritliler de (Knossos freskleri) fresk tekniğini biliyorlardı. Suyla karıştırılmış silikata boyanın kum ve kireç karışımı bir duvar sıvası üstüne sürülmesine dayanan bu teknikle, kuruma sırasında oluşan kimyasal tepkime sonucu, üstü saydam bir kabukla örtülü taş gibi sert bir madde elde edilebiliyordu. Eski Yunan’dan kalma duvar resimlerine pek rastlanmaz, ama Pompei’deki M.S. ilk yıllara ait resimler, bu tür için iyi birer örnek oluşturur. Fresk aynı zamanda özellikle katakomplarda (Domitilla, II. yy. ve Priscilla, III. yy.) ilk Hıristiyan sanatının tekniğini de oluşturdu. Bütün Bizans İmparatorluğu döneminde mozaiğin yanı sıra fresk de kullanıldı, XIV. yy’da Sırp ve Makedonya kiliselerinde, daha sonra Osmanlı yönetimi altındaki Girit’te ve Aynaroz dağında büyük ölçüde gelişti. Ayrıca Hindistan (Ellora, Ajanta), Türkistan ve Seylan’daki (Sri Lanka) Buda tapınaklarında bulunan ve bu tarihten önce gerçekleştirilmiş olan freskleri de saymak gerekir (M.S. V.—VIII. yy’lar). İtalyanca “fresco” (taze) sözcüğü, özellikle İtalya’da oldukça başarılı biçimde uygulanmış olan, kireçle yeni sıvanmış bir duvar üstüne resim yapmaya dayalı bir tekniği belirtir. Zamanla bu terim, Ortaçağ sonlarından Rönesans’a kadar İtalyanların son derece ustalıkla uyguladıkları “gerçek” fresk tekniği dışında duvar resmini belirtmeye başladı (Batı Avrupa’da görülen freskler, özellikle Roma çağından kalmadır). Yaygın olarak üç teknikten yararlanılmıştır:
1. A fresco tekniği: Resim, yedi saatte kuruyan, yeni sürülmüş bir sıva üstüne yapılır;
2. Çok katlı sıva tekniği (ya da Yunan freski): Kat kat sıva üstüne uygulanan bu teknikte, kola ile karıştırılan boya, duvara sürülür; daha sonra, oluşan mat tabaka üstüne aynı renk bu kez balmumuyla karıştırılarak yeniden sürülür ve parlak bir üst tabaka elde edilir (söz konusu teknik, Bizans sanatından etkilenerek oluşturulmuştur);
3. Açık fon üstüne uygulanan teknik: Özellikle Fransa’da Roma resminde çok kullanılan bu yöntemde, duvara bir kat harç, bir kat sıva sürülür; bunun üstüne ressam, kırmızı boyayla kişilerin ana hatlarını çizer; daha sonra kireçkaymağında inceltilmiş boyaları kullanır, İki kat harçtan, üstteki “intonaco” olarak adlandırılır ve hafif pürtüklü ince bir sıvadan oluşur. İri pürtüklü bir tabakadan oluşan alttakineyse “arriccio” denir.

1250-1450 yılları arasında, ressamlar insan resimlerini bu kaba harç tabakasının üstüne çiziyorlardı. Bir freskin yapımında, günlük çalışma bölümleri yukardan aşağı doğru birbirini izlerdi. Bu tür sıralanma hem boyanın akmasını önlüyor, hem de çalışma ilerledikçe fresk ustalarının üstünde çalıştıkları sehpanın alçaltılmasına olanak veriyordu. XIII.—XVI. yy’lar arasında fresk alanında en başarılı yapıtlar özellikle İtalya’da Cimabue’den Michelangelo’ ya kadar, büyük fresk ustaları tarafından gerçekleştirildi. XIV. ve XV. yy’larda mihrap arkalıkları ve panolardaki parlaklığa, yumurta kullanılan bir ıslatma (detramp) tekniği (temperaj sayesinde, freskle süslü duvarlarda da rastlanıyordu); bu da yağlıboyada yeni resim etkileri arayışına duyulan eğilimi hızlandırdı. Fresk alanındaki ilk usta, kompozisyonlarını tanrısal bir anlayışla canlandıran Giotto‘dur. Assisi çevrimini yaparken, çiçekler, kuşlar ve güneşle konuşabilen Aziz Francesco’nun yaşamını güzel sahnelerle vermeyi başaran Giotto’nun yapıtları, süsleme panoları beğenisini uyandırarak birçok sanatçıya örnek olmuştur. Fresk sanatı, Rönesans’tan sonra Barok dönemde, XVIII. yy’da da Tiepolo gibi usta ressamlarla varlığını sürdürdü ama daha sonra giderek eski önemini yitirdi.
Kaynak: The Free Encyclopedia

BÜLENT AYDOĞAN

0 yorum:

Yorum Gönder