Heykel Sanatı


HEYKEL & ARKEOLOJİ ( Sculptor Bülent AYDOĞAN )
Günlük işlerde kullanılan çeşitli toprak kaplara genel bir adla keramik ya da seramik denilir. Bu kaplar, öteki kullanım eşyaları gibi biçim ve süslemeleriyle birer sanat değeri taşıyabilir, dolayısıyla sanat tarihi araştırmalarına konu olur ve müzelerde seçkin bir yer alırlar.

Yapılan kazı ve araştırmalar, hem İslam ülkelerinde hem Anadolu dışındaki Türk devletlerinde sanat değeri taşıyan keramik örneklerinin çok yaygın olduğunu ortaya koymuştur. Bu keramikler, yetkin formları kadar üstün bir teknik ve zevkle yapılmış süslemeleriyle de dikkati çekmektedirler. Özellikle Abbasiler, Fatimiler, Samanoğulları, Karahanlılar ve ıran Selçuklularında çok gelişmiş bir keramik sanatı olduğu bilinmektedir. 9. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar gelişen bu sanat, asıl büyük teknik çeşitliliğine İran’da, Büyük Selçuklular döneminde ulaşmıştır.

Anadolu Türk keramik sanatı, Büyük Selçuklu keramik sanatından kaynaklanmıştır. Anadolu Selçuklu döneminden elimize geçen az sayıda buluntu, Selçuklu ve Artuklu keramiğinin yüksek bir sanat değeri taşıdığını anlamamıza yetmiştir. Bu dönemin sırsız keramiklerinde kazıma, çizikleme, kalıpla kabartma, oyma-ajur gibi süsleme teknikleri kullanılmıştır. Ayrıca, “Barbotin” denilen, elde biçimlendirilen keramik hamurunun kabın yüzeyine uygulanması tekniğine de rastlanmaktadır. Keramikte sırın kullanılmaya başlanması ile kaplara,renkli ve çekici bir özellik kazandırılmıştır. Bu dönemde firuze sır altına siyah dekorlu ya da sarı-kahverengi sırlı Selçuklu keramiklerine sıkça rastlanır.

İslam ve Bizans sanatında kullanılan “Sgraffitto” tekniği, bu dönemde Anadolu’da da karışmıza çıkar. Bu teknikte, sarımsı ya da kırmızı keramik hamurunun üzerine çiziktirme ve kazıma ile geometrik motifler ya da stilize bitki motifleri yapılıyor, sonra da bu motiflerin araları renkli sırlarla sırlanarak fırınlanıyordu. Bu gruba ait Selçuklu figür anlayışını yansıtan insan ve kuş figürlü örnekler de bulunmaktadır.Bir başka keramik tekniği de “Slip” denilen tekniktir. İslam sanatında 9. ve 10. yüzyıllarda rastlanan slip tekniğinin Anadolu Türk sanatında da kullanıldığı Kubad Abad Sarayı, Elazığ Korucutepe, Samasota ve Kalehisar kazılarında çıkan buluntulardan anlaşılmıştır. Bu teknikte, kırmızı keramik hamuruna önce beyaz renkte kalın bir astarla örnekler yapılıyor, sonra üzeri sarı, yeşil ya da firuze gibi tek renkli bir sırla sırlanıp fırınlanıyordu. Büyük Selçuklular döneminde İran’da Rey ve Keşan merkezlerinde görkemli örnekleri verilmiş olan “Minaî” tekniğine Anadolu’da rastlanmaz. Bu teknikte, çok renkli boyama (7 renk) kullanılıyor. şeffaf sır altında dört renk (firuze, yeşil, mavi, mor) yer alıyor, fırınlandıktan sonra sırlanan kabın üzerine aralarında kırmızının da bulunduğu üç renk (beyaz, siyah bazen de altın yaldız) sürülüyordu. Abbasiler döneminde görülen sır üstüne madeni pırıltı veren perdah tekniği, Büyük Selçuklular tarafından üstün düzeyde uygulanmış, ancak Anadolu Selçukluları tarafından kullanılmamıştır. Kazılarda bulunan az sayıda parçanın da ithal olduğu anlaşılmıştır.

Anadolu Selçuklularına ait buluntuların azlığına karışlık, Beylikler ve Erken Osmanlı dönemine ait çok sayıda örnek, keramik sanatında 14. ve 15. yüzyıllarda büyük bir gelişme ve teknik çeşitlenme olduğunu ortaya koymuştur. ıznik’te yapılan kazılar ve bulunan fırınlar bu dönemde asıl keramik merkezinin ıznik olduğunu göstermiştir. Buluntulardan Selçuklu sgraffitto ve slip tekniklerinin de bir ölçüde devam ettiği anlaşılmıştır. Ayrıca ilk olarak Milet’te bulunduğu için “Milet işi” diye adlandırılan bir keramik türünün asıl merkezinin de yine ıznik olduğu, aynı kazılarla kanıtlanmıştır. Milet işi denilen grupta kırmızı hamurlu keramik beyaz astarla astarlanmakta, bunun üstüne motifler çizilerek boyanmakta ve şeffaf, renksiz bir sır sürüldükten sonra fırınlanmaktaydı. Bu keramiklerde zengin bir motif çeşitliliği karışmıza çıkar. Serbest fırça vuruşlarıyla yapılmış, merkezi bir rozetten dağılan yelpaze biçimli yapraklar sık görülen desenlerdir. En çok kullanılan renkler ise mor, firuze, yeşil ve kobalt mavisidir. En yaygın süsleme türleride geometrik desenler, radyal bölümlemeler, stilize bitki, kuş ve balık figürleri hatta insan yüzleridir. Daha çok halk sanatının zevkini yansıtan bu keramikler oldukça kaba tekniklerine karışn, değişik ve zengin bir desen yaratma gücünü sergilerler. Ayrıca bu tabakların Beylikler döneminde alçı mihraplarda bir süsleme ögesi olarak da kullanıldığı görülmektedir.

Osmanlı keramik sanatı örnekleri ise Anadolu Selçuklu ve Beylikler dönemine kıyasla, desen zenginlikleri ve teknik kaliteleri ile çok daha ileri bir aşamayı vurgulamaktadırlar. Bu dönemde artık, imparatorluk sanatına yaraşır mükemmellikte bir keramik sanatı yaratılmıştır. Dönemin keramiklerinde üstün nitelikli beyaz hamur kullanıldığı için astar sürülmeden desenler boyanır ve şeffaf bir sır sürülüp fırınlanır. Bu döneme ait cami kandilleri form bakımından da büyük bir olgunluğa ulaşıldığını gösteren örneklerdir. Yapıldıkları döneme ve bölgeye göre farklılık gösteren keramikler, mavi-beyaz türle başlayıp giderek artan renkleriyle gruplara ayrılırlar.

15. yüzyıl sonuyla 16. yüzyıl başında, porseleni anımsatan üstün kaliteli bir keramik grubu karışmıza çıkar. Bunlar beyaz, sert ve pürüzsüz hamurları, kaliteli sırlarının altındaki çok çeşitli desenleriyle göz doyurucu keramiklerdir. Yapılan incelemeler, tabakların içlerini ve dış kenarlarını süsleyen motiflerde 15. yüzyıl Ming dönemi Çin porselenlerinin etkileri olduğunu ortaya koymuştur. Uzak Doğu kaynaklı, Çin bulutu, stilize ejder ve sembolik üç top motiflerinin yanı sıra şakayık ve üzüm salkımları da sık görülür. Ayrıca Türk sanatına özgü zarif rumili kıvrık dallar, kuş, geyik, balık gibi motifler, hayvan mücadelesi sahneleri, stilize iri çiçek ve rozetler, kufî ve nesih yazılar, o zamana kadar görülmeyen zenginlik ve incelikte bir desen çeşitlemesi sunarlar. Yine mavi-beyaz grubuna giren ve yanlış olarak “Haliç işi” diye tanıtılan bir türe de kısaca değinmek gerekir. Bu türün belirgin özelliği, içiçe helozonlar oluşturan, küçük yapraklı ince dallarla dekore edilmiş olmalarıdır. ıznik kazılarında çıkan böyle dekorlu çok sayıda örnek, bunların da yapım merkezinin ıznik olduğunu göstermiştir. Ancak tabanında “Kütahya 1529” yazısı bulunan bir sürahi, Haliç işi keramiklerin o tarihlerde yalnız İznik’te değil, Kütahya’da da yapıldığını ortaya koyar.

16. yüzyıl ortalarından başlayarak, renklerde bir çoğalma görülür. Bu tür örneklerde kaliteli beyaz hamur üzerine iri krizantem, bulut ve üç top motifleri ayrıca sümbül, lale, karanfil ve gül demetleri gibi çeşitli desenler, mavi, firuze, zeytin yeşili ve özellikle eflatun renkte boyanır, daha sonra renksiz, şeffaf sırla sırlanarak fırınlanırdı. Bu desen ve renkte çiniler, şam’da 16. yüzyılın ikinci yarısına ait yapıların duvarlarını süslediği için yanlış olarak “Şam İşi” diye adlandırılmışlardır. Yine ıznik kazılarında bol sayıda ele geçen bu tür çok renkli keramik parçaları, Şam işi sanılan grubun da aslında ıznik atölyelerinde yapıldığını ortaya koymuştur. Bu görüşü doğrulayan bir başka kanıtda bugün Londra British Museum’da bulunan aynı gruptan bir cami kandilidir. Kandilin kitabesinden, bunun ıznik’te 1549’da Nakkaş Muslu tarafından dekore edildiği anlaşılmıştır. şam ışi olarak tanıtılan bu renkli keramikler, 16. yüzyılın ikinci yarısında yerlerini araya çimen yeşili ve mercan kırmızısının da katıldığı çok daha üstün örneklere bırakmışlardır.

Osmanlı keramik ve çini sanatının bu yarım yüzyılı, gerek form ve desen inceliği, gerek teknik kalitesi bakımından dünya keramik sanatında Türk keramiğinin üstün yerini ve haklı değerini gösteren örnekler sunmuştur. Bu dönemde değişik formlardaki kaplar ve duvar çinilerinin desenleri, çoğunlukla İstanbul’da saray nakkaşları tarafından hazırlanıp ıznik’e yollanırdı. Orada önce beyaz keramik hamurunun üzerine astar çekildikten sonra kabın formuna uygun olarak özenle çizilen motiflerin içi kobalt mavisi, firuze, yeşil, beyaz bazen de kahverengi, pembe ve griyle renklendirilirdi. Kullanılan renkler arasında şeffaf, parlak bir sır altına kabartma olarak uygulanan ve bu dönemi simgeleyen mercan kırmızısını özellikle belirtmek gerekir. Deseni oluşturan sağlam siyah çizgiler ise bu çok renkli görünümü daha da etkili kılıyordu.

16. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı sanatının değişik dallarında görülen ve bitkisel motiflere ağırlık verildiği için, natüralist diye tanımlanan üslubu bu dönemin çini ve keramiklerinde bütün çeşitliliğiyle görmek mümkündür. Haklı olarak “Türk Çiçeği” adını alan lalenin yanı sıra gül, karanfil, nar çiçeği, sümbül, nergis, menekşe motifleri, bahar dalları, üzüm salkımları ve servi ağaçları değişik biçimlerdeki kapları bir çiçek bahçesi gibi süslemiştir. Tabakların kenar süslemelerinde ise mavi-beyaz keramiklerde görülen Uzak Doğu kökenli bulut, Çin kayası, su dalgası, üç top gibi motifler bu dönemde de varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bitkisel bezemelerin yanı sıra figürlü örneklere de rastlanır. Rüzgarda ıişmiş yelkenleriyle ilerleyen kalyonlar, Osmanlı İmparatorluğunun o dönem deniz savaşlarındaki başarılarını anımsatan ilginç örneklerdir. Natüralist desenlerin arasına zaman zaman ilgi çekici başka motiflerin katıldığı da görülür. Zemini kırmızı, mavi ve yeşil renkli balık pulu motifleriyle kaplı bir tabak, günümüze kalan ilginç örneklerdendir. Yine bu döneme ait bir grup örnekte yaprak ve çiçek motifleriyle birlikte çok canlı ve hareketli tasvir edilmiş kuşlu, balıklı hatta sfenks, ejder gibi efsanevi yaratıkların bulunduğu kompozisyonlara da rastlanır. Paris’teki Cluny Müzesi, böyle bir grup keramiği vaktiyle Rodos’tan satın aldığı için eski yayınlarda bunlar “Rodos işi” diye tanıtılmıştır. Oysa daha sonra ele geçen kaynaklar, kitabeli kaplar ve ıznik buluntuları, bunlarında İznik’te üretildiğini ortaya koymuştur.

Bu dönemde İznik’ten sonra ikinci önemli keramik merkezi Kütahya idi. Bazı İznik ve Kütahya keramik örneklerinde görülen Hıristiyani kitabe ve armalardan anlaşıldığına göre, bu üstün kaliteli keramikler, Avrupa ülkelerinde de çok tutuluyor ve sipariş üzerine hazırlanıyordu.


Bronz kaplar (mezar eşyası) Roma Devri

17. yüzyıl boyunca, ıznik keramiklerinde giderek artan bir bozulmaya tanık olunur. Motif ve desenler bir süre daha çekiciliklerini korusalar da renkler konturlardan taşmış, canlılıklarını yitirip soluklaşmıştır. Parlak mercan kırmızısı ise kahverengiye dönüşmüş, sırlar da sararıp, üzerlerinde çatlaklar oluşmuştur. Bu bozulma, 18. yüzyılda ıznik atölyelerinin bir daha açılmamak üzere kapanışlarına kadar sürmüştür.

18. yüzyıl başında o zamana kadar ikinci derecede bir keramik merkezi olan Kütahya ön plana geçmiş, 18. ve 19. yüzyıllar boyunca bu etkinliğini sürdürmüştür. İstanbul ve yöre illerin istekleri ve dış siparişler bu merkez tarafından karışlanmıştır. Kütahya keramiklerinde de beyaz hamur ve sır altı tekniği kullanılıyordu. Ancak bu keramiklerde ıznik’in klasik, sade formlarının giderek yerlerini daha fantezi formlara bıraktığı görülür. Bu arada, motif çeşitleri ve kullanılan renk ıskalası da değişime uğramıştır. Bitkisel motifler daha belirsiz bir görünüm almış, yeni bordür ve dolgu motifleri ortaya çıkmıştır. 19. yüzyıl başında ise kabarık süslemelere de yer verildiği, ayrıca sarı rengin çokça kullanıldığı görülür. Kütahya keramiklerinin dikkati çeken bir başka özelliği de kapların yalnız biçim ve süslerinde değil, türlerinde de büyük bir çeşitliliğe gidilmiş olmasıdır. 19. yüzyıl Kütahya işi kahve fincanı ve tabaklarında motiflerin serbest fırça vuruşlarıyla çizilip boyandığı görülür. Yine de fırçasını ustalıkla kullanmasını bilen nakkaş, bunlara halk zevkinin sevimli ve esprili çeşnisini katmayı başarmıştır. Uçuşan melek figürleriyle süslü askı topları da ilginç örneklerdir. Bunlar, o dönemde bir süs olarak belki de uğur için tavana asılıyorlardı. Yine bu dönemde sevimli insan figürlerinin ince bir espri ile tasvir edildiği örnekler de vardır.




HEYKELİN TARİHÇESİ
Heykel ve heykelciliğin tarihi eski zamanlara kadar uzanır. Dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan kazılarda mermer, ağaç, taş, pişmiş toprak, maden vs. gibi çok çeşitli malzemeden yapılmış heykel ve heykelciklere rastlanmaktadır. Bunlar ve diğer heykeller üzerinde yapılan incelemelerden, heykellerin büyük bir kısmının çeşitli kavimlerin ilah olarak tanıdıkları varlıkları tasvir ettikleri, bazılarının kral-kraliçe gibi hükümdar ailelerini, kahramanları ve kahramanlık olaylarını, bilim, sanat ve sporda meşhur olmuş kimseleri, bir kısmının da çeşitli insan ve hayvanları tasvir ettikleri anlaşılmıştır. Tarihi araştırmalar, ilk heykelin ne zaman ve kimler tarafından yapıldığı hakkında herhangi bir netice vermemektedir.

Tarihi çok eski olduğu bilinen heykel ve heykelciliği bu derece yaygınlaştıran asıl sebep, inançtır. Çeşitli devirlerde yaşamış insanların tapındıkları ve ilah tanıdıkları şeylerin ağaç, taş, maden üzerine işlemeleri ve ibadetlerini bunlara karşı yapmaları, heykel ve heykelciliğe cemiyet hayatında geniş yer verilmesine yol açmıştır.
İlk çağ topluluklarında sanatçılar genellikle bir geleneği devam ettirir. Ortaya konan eser, toplumun ortak malı olarak kabul edilir. Dolayısıyla eserler sanatçıları değil üretildikleri kavim ve toplulukların adıyla anılırlar.

İlk çağ heykelciliğinin özellikleri
Tarımsal faaliyetlerin başlamasıyla birlikte, verimsizlik sorununa çare olarak, Magna Mater (Ana Tanrıça) heykelcikleri yapılmıştır. Bu heykelciklerin malzemesi ağaç ya da topraktır.
Heykeller genel olarak aynı duruşu sergiler, kişisel özellik taşımazlar. Baş oranları vücudun geneline göre büyüktür.
Üç boyutlu heykellerde bile uzuvlar çizilerek gösterilir. Heykel yüzeyleri çizilerek süsleme yoluna gidilir.

Mısır heykel sanatı
Kültür alanında otuz yüzyıl boyunca süreklilik gösteren Mısır’da heykeltıraşlar ağaç, granit, bazalt, profir gibi dayanıklı malzemeler kullandılar. Tapınakların ve mezar anıtlarının iç ve dış cephelerini heykeller ve rölyeflerle süslemişlerdir.

Mısır’da heykelcilikte zaman içinde gelişen bir üslupçuluk söz konusudur. Bu üsluplaşma özellikle figürlerin duruşlarında ve vücudu kaplayan kumaşların yapımında kendini gösterir. Figürler genel olarak durgun ve hareketsizdir. Frontal duruş hâkimdir. Ayakta duran figürlerde, vücut ağırlığı iki bacağa eşit olarak dağıtılır. Heykelin ortasından bir çizgi çekilirse iki eşit parça elde edilir. Kollar vücuda yapışık şekilde aşağıya sarkar, eller yumruk şeklindedir.

Mısır heykelcileri çok büyük ve sert taşlar yontuyorlardı. Bu durum onları çalışmalarında sadeleşme yapmaya yöneltti. Dolayısıyla heykellerde adale, kas gibi detaylar görülmezken, yüzlerde de ifade de yoktur. Yalnızca mezarlara, dini inançlar gereği konan heykeller, ölünün ruhuna ev sahipliği yapacağından sahibine benzemesi zorunluluğu taşır.

Kral heykelleri sert taşlardan yapılırken, yumuşak taşlardan ve ağaçtan yapılan prens, rahip ve memur heykelleri bulunur.

Yeni imparatorluk döneminin en güzel eser, Amerna şehrinde bulunan Kraliçe Nefertiti’ye ait olan büsttür. Sanatçısı bir yanda geleneğe bağlı kalmaya çalışırken, bir yandan da modelinin şahsi özelliklerini betimlemeye çalışır. Gize piramidinin yanında bulunan Sfenks heykeli ise eski krallığın krallarından olan Kefren’nin portresini taşır.

Rölyefler daha çok tapınak ve mezarların duvarlarını süsler. Mısır rölyefleri daima bir olayı anlatır. Rölyeflerde baş, kollar, ayaklar, bacaklar ve gövde profilden; gözler ve omuzlar ise cepheden gösterilir.

Yunan heykel sanatı
Yunan heykelinde, kişisel özellikler değil, ortak ideal tip önemlidir. İdeal yüzler, ideal ölçülere uygun insan vücutları Yunan heykelinin başlıca özelliğidir. Başlangıçta kil, taş fildişi, kemik ve tunç gibi malzemelerden ilkel heykelcikler ortaya koyan Yunan heykelcileri zaman içerisinde bunu geliştirmişlerdir. Heykel sanatının gelişmesine ve anıtsal heykeltıraşlığın ortaya çıkmasının nedenleri arasında olimpiyatlarda başarı kazanan atletlerin heykellerinin dikilmesi geleneği, gelişen mimariye bağlı olarak, tapınakların taştan yapılması ve bunların iç ve dış cephelerinin, kabartmalarla süslenmesi sayılabilir.
Yunan heykeli karşıtlıklar ve bunun yarattığı dinamizm üzerine kuruludur. Baş başka, kollar ve bacaklar başka başka yönlere bakarlar. Bu durum gösteriyor ki Yunan heykelcisi vücut nüansları üzerinde çalışmıştır.
Yunan heykelcileri örtü altından hissedilen gövdenin formunu ortay çıkarmanın çekiciliğini fark etmişlerdir. Bundan dolayı, gizlerken göstermek yunan heykelciliğinde bir motif olmuştur.

M.Ö. 7. ve 6. yy.da iki büyük heykeltıraşlık ekolü görülür:
•Girit Pelepones
•İyonya

Yunan heykelciliği üç bölümde incelenebilir: •Antik Çağ (m.ö. 490–460) •Klasik Çağ •Helenistik Devir (m.ö. 330–30)

Antik çağ
Bu dönemden itibaren vücudun ağırlığının bir bacak üstüne verildiği, böylelikle frontal duruşun değiştiği görülür. Bu yeni duruşun gelişmiş örneğine Olimpiya Zeus tapınağında rastlanır.

Klasik çağBu dönem Panteon tapınağının içinde bulunan altın, fildişi Athena heykelini yapan heykeltıraş Fidyas ile en parlak çağına ulaşmıştır. Bu heykel kaybolmuştur. Günümüze kalan ise zamanında Romalıların yaptığı kopyadır. Sanatçı en çok tanrı heykelleri yapmıştır.

Helenistik çağ
Bu dönemde portrecilik gelişmiştir. Özellikle devlet adamlarının portreleri yapılmıştır. Bunlar arasında Büyük İskender portreleri ve bunların sanatçısı Lisppos öne çıkar. Sanatçı o zamana kadar uygulanmakta olan oranlar sistemini değiştirmiştir. Baş küçülmüş, gövde uzamış, baş vücudun 1/6’i olmuştur.

Roma heykel sanatı
Romalılar bu alanda yaratıcılık gösterememişlerdir. Yunanistandan heykeller getirtmişler ve bunları kopyalayarak çoğaltmışlardır. Buna karşılık portrecilikte başarı göstemişlerdir. Bu durum dini geleneklerle bağlantılıdır. Roma geleneklerine göre ölen bir kişinin yüzünün balmumundan kalıbı alınır ve cenazeden sonra evin bir köşesinde saklanırdı. Özellikle cumhuriyet döneminde portrecilik çok gelişmiştir. Bu dönemde oldukça gerçekçi bir üslupla yapılan portrelerde; her türlü yüz ifadesi ve şahsi özellikler başarıyla işlenmiştir.

Romalılar zaferle döndükleri seferler sonarsında, kazandıkları başarıları simgeleyen anıtlar dikmeyi adet edinmişlerdir. Belirli zaman ve yerde gerçekleşen olayları anlatan kabartmalarla üslü bu anıtların en önemlileri Augustos döneminde Roma’da yapılmış olan barış sunağında bulunur. Bir diğer önemli anıtsa İstanbul Sultanahmet meydanındaki Teodesius obeliskidir (m.ö. 4yy.). bu anıtın kaide kısmında imparator maiyetiyle beraber hipodrom locasında görülür. Kabartmanın merkezinde imparator bulunurken, diğer figürler imparatora yakınlıklarına derecelerine göre yerleştirilmiştir.

Heykelcilikte usul ve teknikler
Heykelci hem çizici hem de uygulayıcıdır. Heykelcilerin bazıları sadece ellerine verilen şekilleri ya oyarlar veya dökerler. Heykelcilikte; oyma, biçimleme, inşa ve birleştirme, döküm, bitirme gibi teknikler vardır.
Yontma Heykelci tek parça bir kütleyi istenen düzen içinde şekillendirir. Taş ve ahşap heykelcilikte bu usul kullanılır. Modelleme Şekillendirilebilir heykel malzemelerinin elle ya da çeşitli aletlerle biçimlendirilmesi. Bunların maddesi kil, balmumu ve alçıdır. Birleştirme Önceden şekillendirilmiş malzeme ve parçaların usulüne uygun olarak biraraya getirilmesidir.Birleştirme heykelcilikte, kumaş, saç, çıta, kalas, formika, cam, ip, metal borular vb. maddeler kullanılır. Döküm Kil, balmumu gibi ara malzemeyle yapılan heykellerin çeşiltli döküm teknikleri kullanılarak; bronz gibi dayanıklı malzemeyle dökülmesidir. Bitirme işi Bitmiş heykelleri perdahlama, cilalama, boyama ve yaldızlama gibi uygulamaların yapılmasına denir.

Günümüzde heykel ve heykelcilik
İnsanların heykellere tapmaya başlamasından sonra, heykelcilik bir sanat ve ticaret metaı olmuştur. Yüzyıllarca insanlar, her çeşit malzeme ve maddelerden heykeller yapmışlar ve hatta bunları başkalarına satarak geçimlerini temin etmek yolunu tutmuşlardır. Arkeolojik kazılarda, çeşitli yörelerde bol miktarda bulunup müzelere konan heykeller bunu ispatlamaktadır. Bilhassa mermerden yapılan heykeller, günümüze kadar sanat özelliklerini korumuşlardır.

Avrupa’da başlayan Rönesans hareketi ile heykelcilik ayrı bir önem kazanmış, Michelangelo bu devirde yetişen heykeltraşların en meşhuru olmuştur. Bu zamandaki heykellerin yapımı, süsleme sanatı ile birlikte gelişmiştir. Ayrıca heykeller, şimşir, ıhlamur, meşe ve ceviz gibi sert ağaçlar oyularak çok çeşitli ölçülerde yapılmıştır. Taştan yapılan heykellerin kırılması çabuk olduğundan, eski zamanlardan beri, mermer kullanılması daha yaygındır ve daha çok tercih edilmiştir. Zamanımızdaki heykeltraşlar tarafından ekseriya mermer, bronz, tunç gibi kırılma tehlikesi daha az olan ve dayanıklılığı bulunan malzemeler kullanılmaktadır. Bunların yanında fildişinden heykel yapmak, eskiden olduğu gibi günümüzde de biblo şeklinde devam etmektedir




HEYKEL


   Kilden, alçıdan, tahtadan, metalden, mermerden ya da taştan oyma, yontma, yoğurma, dövme gibi çeşitli yöntemlerle biçim verilerek yapılan yapıtlara denir. Bir düzlem üzerinde yer alan resimden farklı olarak heykelin eni, boyu, yüksekliği yani belirli bir hacmi vardır. Değişik açılardan bakıldığında farklı görünümler verir.
Heykel çoğunlukla içinde bulunduğu ortamla ilişki içindedir ya da bulunduğu yerin ayrılmaz bir parçası durumundadır. Heykellere tapınaklarda, saraylarda, parklarda, alanlarda, mezarlıklarda rastlanır. Özel günlerin ve önemli kişilerin anısına yapıldığı gibi salt güzel bir şey yaratma kaygısıyla da yapılagelmiştir. Tarihsel yapıların çoğu sütunlara oyulmuş heykellerin yanı sıra çiçek, yaprak ya da çeşitli kabartmalarla bezelidir.
Tarih boyunca heykel sanatında başlıca taş ve mermer kullanıldı. Çağdaş heykelciler ise amaçlarına uygun olan her türlü gereçle çalışırlar. Heykelin türü büyük ölçüde kullanılan gereçlere bağlıdır. Dış etkilere son derece dayanıklı olan taş anıtsal heykellerin, sade ve görkemli kabartmaların ve oymaların yapımına uygundur. İnce ve ayrıntılı oymalar için ise kolaylıkla işlenebilen tahta kullanılır. Kil yumuşak ve esnektir. Elle biçimlendirilebildiği için daha ince çalışmalarda kullanılır.
Sözgelimi bir heykelci narin bacaklı bir hayvan olan at heykelini taştan oymaya kalkarsa, daha yapıt tamamlanmadan gövdenin ağırlığı bacakların kırılmasına yol açacaktır. Aslan, kaplan gibi gövdeyi taşıyabilecek kalın bacaklı hayvanların heykelleri için taş daha uygundur. İnce bacaklı bir at yapmak için ise en uygun gereç tahta ya da tunçtur. Her iki gereç de hem hafif, hem de dayanıklıdır.
Heykel yapımı yetenek, bilgi ve beceri gerektiren bir iştir. Bir heykelci taşı ya da tahtayı oymak için gereken kesici araçları kullanmayı becerdikten başka, büyük bir taşı pürüzsüz ve düzgün olarak biçimlendirebilmelidir.
        Heykel resim kadar,belki resimden daha da eski bir sanattır. Kilden yapılmış küçük figürler, totem direkleri, şeytan maskeleri, Easter Adasında bulunmuş garip oymalar Maya Kızılderililerin yapmış oldukları şeyler, heykel sanatının bütün dinlerde nice önemli bir yer tuttuğunu belirtmektedir. Dinin heykel sanatındaki bu önemli yeri ve etkisi,heykelin başlangıcından yakın zamanlara kadar süregelmiştir diyebiliriz.
Yeryüzünde görülen en eski heykel, yaklaşık olarak M.Ö.40.000 yıllarından kaldığı tahmin edilen mamut dişinden yontulmuş bir kadın başıdır. Sözkonusu heykel,Fransa’da Garonne ırmağı yatağında, Brassempouy’da bulunmuştur. 1894 yılında bulunan bu heykelden sonra, 1922 de bulunan 15 santim boyundaki bir kadın heykeli de “Lespugue Venüsü” diye tanımlanmıştır. Bunun M.Ö.30.000 yıllarında yapılmış olduğuna inanılmaktadır.
Eski Mısırlılar heykel konusunda da çok ustaydılar. Firavunların ve soylu kişilerin granitten,kireçtaşından heykellerini yontuyorlardı. Güzelliğe tutkun, atletizme son derece önem veren Eski Yunanlılar da, Phidias (Fidiyas) ve Praxiteles (Prakisiteles) gibi dev heykel ustaları yetiştirmişlerdir. Bu ustalar özellikle kadın ve erkek vücudunun kusursuz örneklerini ölümsüzleştirmişlerdi. Bir çok alanlarda Yunanlıları izleyen, onlara öykünen (taklit eden) Romalılar heykellerini mermerden yaptılar. Eski Yunanlılar, Sümer ve Hitit heykellerindekinden daha yumuşak bir malzeme, mermer ve süngertaşı kullanıyorlardı. Onun için heykellerin yontu ve işlenmesinde de daha başarılı olmuşlardır. Romalılar ise heykelcilikte büste daha önem verdiler.
Heykelcilik sanatı,ışıklı Rönesans dönemiyle büsbütün önem kazandı. Mikelanj “Musa”, “Davut” gibi dev eserler yarattı. Çağdaş heykelciliğe gelince,bu dönemin Rodin’le başladığını söyleyebiliriz. Rodin, eserleriyle kitleye anlam ve ruh kazandırmıştı.
Modern heykelciliğin en büyük ustaları İngiliz Henry Moore, İtalyan Alberto Giacometti gibi kişilerdir. Avrupa dışında heykel, Afrikalı zenci sanatı, Amerika’da Toltek ve Aztek sanatı, Güney Asya’da Hint ve Çin Hindistan’ı heykelciliği gibi alanlarda gerçekten karakteristik değerler taşıyan örnekler vermiştir.
Türkler’de heykel çok eski çağlarda bile mevcuttu. Orta Asya’da yaşayan Türkler,ölüleri için “balbal” diye tanımlanan sert taştan, ayrıntıları pek belirli olmayan yontular dikerlerdi.
Daha sonraları, Padişah Abdülaziz heykel sanatını teşvik amacıyla kendi heykelini yaptırmıştı. Abdülaziz’i at sırtında gösteren bu heykel Beylerbeyi Sarayı’ndaydı. Birkaç kez değiştirmiş sonunda Topkapı Saray Müzesi’ne yerleştirilmiştir.
Eski adı Sanayi-i Nefise Mektebi olan Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki ilk heykel öğretmeni Oskan Efendi’dir.

TÜRKİYEDE HEYKELTRAŞLIK VE HEYKEL SANATI

Türkiye'de Heykeltraşlık  Osmanlı Dönemi’nin son yıllarında heykel alanında da önemli bir gelişme görülmüştür. Osgan Efendi’nin atölyesi ve Nejat Sirel, Mahir Tomruk heykel sanatının ilk öğrenimli sanatçılarıdır. Heykel sanatı Cumhuriyet döneminde iki farklı alanda ilerleme göstermiştir. Canonica’nın İstanbul-Taksim Özgürlük Anıtı, Hanak ve Thorak’ın Ankara-Güven Park Anıtı, Krippel’in İstanbul-Sarayburnu Atatürk Anıtı, Ankara-Ulus İyigün Anıtı bu dönem özelliklerini yansıtır.

   Türk heykelcileri de anıt yapımında çalışmışlardır. Nitekim yabancı sanatçıların da katıldığı "Erzurum Anıtı" yarışmasında Ali Hadi Bara birincilik ve Zühtü Müridoğlu ikincilik ödülünü almışlar, "Manisa Anıtı" yarışmasını ise Nejat Sirel kazanmıştır. Heykel sanatının anıtlarına Hakkı Atamulu, Yavuz Görey, Kamil Sonad, İlhan Koman, Hüseyin Gezer, Turgut Pura gibi sanatçılar imza atmışlardır. Heykel sanatında toplumsal gelişmeleri anımsatacak anıtların ilk örneklerini Ratip Aşir Acudoğlu üretmiş ve Menemen Anıtı ile Erzincan Deprem Anıtı, Almanya ve Fransa’da 11 yıl heykel öğrenimi gören sanatçı tarafından yapılmıştır.

    1937 yılında Alman Heykel sanatçısı Rudolf Belling, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Heykel Bölümü’nün başına getirilmiş, 1954 yılına kadar akademide öğretim üyeliğini sürdürerek çok sayıda öğrenci yetiştirmiş, aynı zamanda heykel çalışmalarını sürdürmüştür. İstanbul Taşlık Parkı'ndaki ve Ankara Ziraat Fakültesi bahçesindeki İnönü heykelleri Belling'e aittir. Ayrıca ülkedeki heykel sergilerinin en önemlilerinden biri yine Belling tarafından İstanbul Teknik Üniversitesi Taşkışla Binası’nda açılmıştır. 1950'lerde başlayan heykel sanatçılarının büyük bir kısmı Belling'in öğrencileridir.

   Türkler çok eskiçağlardan beri taş işçiliğinde başarılı yapıtlar ortaya koymuşlardır.En eski örneklerine Orta Asya sanatında rastlanır.Orhun Anıtları anıtsal heykeller olarak da düşünülebilir.İnsan figürünün simgesi olarak taştan yontulmuş balballar, babalar da ilkel heykel örnekleridir.İslam dininin benimsenmesinden sonra dinsel kurallar gereği, öteki sanatlarda olduğu gibi heykelde de betimlemecilik bırakılmış, bunun yerine süslemeci yanı ağır basan kabartmacılık, oymacılık, kakmacılık gibi sanatlar öne çıkmıştır.Gene de Anadolu Selçukluları'nın yaptığı yapılarda insan ve hayvan figürlerini kullanan kabartmalara rastlanır.
Sanayi-i Nefise Mektebi Türkiye'de çağdaş heykel sanatı dalında eğitim veren ilk kuruluştur.Oskan Yervant Efendi, bu kuruluşta öğretmenlik yapan Osmanlı yurttaşı ilk heykeltıraşlardandır.Cumhuriyetin kuruluşuna kadar bu okuldan yetişen sanatçılar İhsan Özsoy, İsa Behzat, Mahir Tomruk ve Nejat Sirel olmuştur.

    İsa Behzat dışındakiler Cumhuriyet döneminde de yapıt vermişler, ayrıca içinden yetiştikleri okulun geleneği uyarınca yurtdışına gönderilmişler ve onlardan öğretmen olarak da yararlanılmıştır.Çağdaş Türk heykel sanatçıları arasında Ali Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Nusret Suman, Ahmet Kenan Yontunç, Hüseyin Anka adıyla tanınan Hüseyin Özkan, yurtdışında da çalışmalarını sürdüren İlhan Koman, Hüseyin Gezer, Mehmet Şadi Çalık, Kuzgun Acar, Saim Bugay gibi adlar vardır.Bu heykelcilerin yanı sıra Sabiha Bengütaş, Nermin Faruki, Lerzan Bengisu, Günseli Aru gibi kadın sanatçılar da yetişmiştir
HEYKEL ÖRNEKLERİ